Ziya Gökalp’ın Milliyetçiliğe Bakışı

40

Dünya felsefesine geniş bilgileriyle ve dikkatli sosyal görüşleri ile bilinen yetenekli İslam düşünürü ve dâhisi Ziya Gökalp’ın gerçek adı, Muhammet Ziya’dır.

Hayal gücü kuvvetli, derin ve hassas duyguya sahip bir şair ve duygu yüklü sosyal bir yazardır. Üslubunun sadeliği, düşüncesindeki basiretlilik ve anlatım gücüyle insanları büyüler. Birçok alanda gerçekleştirdiği bilimsel ve entelektüel faaliyetlerinin yanında değerli araştırmaları da vardır. Fikirleri sofistike bir İslam felsefesini yansıtmaktadır.

Ziya Gökalp, 1875 yılında İlim yuvası bab evi Diyarbakır’da doğdu ve büyüdü. Babası, yazı işleri müdürü Muhammed Tevfik Bey, oğluna ilham veren büyük bir alimdir. Hayattaki umut ruhunu, bilim ve edebiyatta yükselme kararlılığını güçlendiren, aynı zamanda ona güzel erdem tohumları eken Gökalp, birçoğu filizlenene kadar gençliğinin baharında ve dürüst ve Işığını babasından aldığı ideallerin bir ayna misali yansıtan bir insandır.

Gökalp, Reşidiye Askeri Okulu’na girerek doğu dilleri konusunda otorite olan amcasından Arapça ve Farsça öğrenmeye başladı. Küçükken Fransızcayı çok sevdiği ve ilkelerini o dönemde edindiği, ustalaşana kadar Kürtçe bilen bazı kişilerle temasa geçtiği, bu dile hâkim olmaya ve onu her yönüyle derinlemesine incelemeye çalıştığı söylendi. Bu dilin grameriyle ilgili bir kitap yazmak istediğini (Nihat Sami, Fotoğraflı Türk Edebiyatı Tarihi,1928, s, 357). Bu da bazı yazarların yanlışlıkla bu Türk reformcunun ırkçılığına inanmalarına yol açtı.

Gökalp daha sonra ortaokula başladı ve oradaki öğrenimi sırasında İslam felsefesini derinlemesine inceleme fırsatı buldu. Özellikle tasavvuf ilimlerinde. Kendisi henüz eğitimini bitirmeden babası öldü.

Bu yüzden amcasından İstanbul’a gidip eğitimini orada tamamlamasına yardım etmesini istedi. Ancak, amcası yaptığı yolculuktan memnun olmayıp onun yanında kalmasını ve kızını onunla evlendirmesini istedi. Bu olay ve diğer acı olaylar Gökalp’in hayatını etkilemiş, ta ki intihar etme düşüncesi aklına gelene kadar. Bir gün silahla kendini vurdu, canına kıymadan kafasına vurdu.

Profesör Nihat Sami, söz konusu kitabında, geleceğinin zorluğu konusunda aşırı karamsarlığı ve kendisini çevreleyen zor şartlar ve kötü koşullardan duyduğu eski tiksinti nedeniyle bu kurşunun bu düşünürün hayatını olumsuz etkilediğini söylüyor. Şikâyet ettiği ruhsal rahatsızlıkların onun için bir dönüm noktası olarak, iyimserlik ruhuyla dolu bir atmosfer yarattığını, yaralanma anının hayatında yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu ve onun için yeni bir hayata başladığını söyleyebilir. Gökalp’in entelektüel ilerleme merdiveninde her geçen gün zirvelere çıktığı görülüyor.

Ziya Gökalp daha sonra İstanbul’a gitti ve veteriner okuluna yatılı öğrenci olarak okula yazıldı. Kaderin bir cilvesi olarak bu okulun dördüncü sınıfındayken siyasi topluluklara katılmış, dolayısıyla o dönemde tıp fakültesi öğrencilerinin kurduğu gizli topluluğa katılmıştır. Olayı öğrenilince dokuz ay hapis yattı, sonra memleketine sürgüne gönderildi. Orada Kur’an’ı iyice incelemeye devam etti, dini ilimlerde bilgi ufkunu genişletti, Arap diline hâkim oldu ve onu önemli şahsiyetlerden biri olarak sayıncaya kadar her yönüyle ona yeterince aşina oldu.

1908 Osmanlı darbesinden sonra Gökalp’in “Genç Kalemler” dergisinde, döneminin düşünürlerinin ilgisini çeken ve onların onayını alan önemli felsefi ve sosyal yazıları yayınlamaya başladı. Balkan Savaşları vesilesiyle o dönemde kurulan partiye mensup bir grup üyeyle birlikte İstanbul’a gitti.

Orada, Darül-Fünun Mektebi’ne felsefe öğretmeni olarak atanıncaya kadar İstanbul’un belli başlı gazetelerinde bilimsel ve sosyal makaleler yayınlamaya başladı (Bkz. İbrahim Alâeddin’in Türk Ünlüleri, Gökalp Maddesi, 1947 baskısı).

Gökalp, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler tarafından Malta adasına sürgüne gönderildi, burada üç yıl tutuklu kaldı, ardından Diyarbakır’a giderek orada “Küçük Mecmua” dergisinikurdu. Bir süre sonra Ankara’ya davet edildi ve Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme ve Yayım Komisyonu başkanlığına atandı. Bu görevi 1924 yılı, vefatına kadar sürdürdü.

Bu büyük düşünür, edebiyat ve felsefeyi birleştirerek, geliştirdiği ve uygulamaya koyduğu milliyetçilik temellerinden duyduğu güçlü gururun yanı sıra, hak İslam dininin ilkelerine güçlü bağlılığını ortaya koyan fikirler ortaya attı.

O, fanatik olmayan bir milliyetçiydi ve kelimenin her anlamıyla insan milliyetçiliğini savunuyordu. Kendi kavminden başka kimseye küçümseme ve küçümsemeyle bakmaz, başka hiçbir kavmin onuruna dokunmazdı. O da cahil fanatikler gibi halkının ihtişamıyla övünmedi, halkının erdemlerini yüceltmek, faydasız şeylere heveslenen milliyetçilerin zihinlerini inceltmek, akıllarını arındırmak, düşüncelerini aydınlatmak istiyordu. Milliyetçiliğin anlamını anlamada toplumun önüne çıkan engelleri aşmak için büyük çaba harcadı ve milliyetçi zihniyetin ahlaki yönünü zayıflatan dezavantajlarını ortadan kaldırmak için büyük çaba harcadı.

Onu, bugüne kadar alıştığımız milliyetçilikten farklı bir kılığa bürünmüş olarak görüyoruz. Milliyetçiliği, insanın toplumsal yaşamın en üst düzeylerine ulaşmak için kullandığı bir araç olarak kullanıyor ve her millet, bireylerinin sahip olduğu ideallere ulaşmayı bekliyor. Milliyetçiliğin gölgesi ve din bayrağı altında buna hazırlanıyor.

Bu yazar, dininde Müslümanın ve edebiyatında Türk’ün yolunu takip ettiği, yankı uyandıran şiirler yazmış, uzun bölümler ve pek çok araştırmalar yapmıştır. Bu sistemler arasında (Tevhit), (İlahi), (Türk Ezanı), (Asker Duası ve İmanları) vb. ortak İslam ve Türk ilkelerini yansıtmaktaydı.

Profesör Nihat Sami; yukarıda adı geçen Türk Edebiyatı Tarihi adlı kitabında, Gökalp’in, dinin esaslarına bağlı olan ve edebiyat düşüncesiyle aşılanmış bir kişinin, (Yulvan Vali) diye bir hikâye yazdığını anlatmaktadır. Halk sevgisi, işlerini ve sosyal çıkarlarını en iyi şekilde yerine getirebilecek, çünkü o, büyük bir güce sahip olacak, büyü ve belagatin en yaratıcı formlarda tezahür ettiği, mucizevi olanın her an en güzel tezahürleriyle olağanüstü bir yeteneğe sahip olacaktır.

Gökalp, sağlam bir dini temele dayanmadıkça milliyetçiliğe asla inanmazdı. Çünkü milliyetçilik aslında dinin esaslarından tamamen ayrılamaz. Ona göre milliyetçi, dini mümin olan ve halkının dilini anlayış aracı olarak kullanan kişidir. Ona göre Yahudiler bir örnektir. Uzun yıllar Türkiye’de yaşamışlar ve Türk vatandaşlığa almış olsalar bile uyruğuna göre, inandığı şeye inanmadıkları sürece Türk sayılmaları veya Türk milliyetçiliğine bağlı sayılmaları hiçbir şekilde caiz değildir. Türklerin dini ilkelere sahip oldukları gibi Yahudilerin olmadığı, ancak vatandaş sayılır Milliyetçi değil. Vatandaş demek, vatan evladı anlamına gelir. Bu büyük düşünür, (Türk Milliyetçiliğinin Temelleri) adlı kitabında, sosyal bilimcilerin milliyetçiliğin anlamını tanımlama, tartışma ve bunlara karşı çıkma konusundaki çeşitli teorilerini bizlere göstermektedir. Daha sonra bize bu konudaki kendi bakış açısını açıklıyor. Bilim adamlarının kabul ettiği ve Profesör Ziya Gökalp’ın çürüttüğü teorilerin özeti şöyle:

1- Cinsiyet: Bazı bilim adamları, bir bütün olarak popülasyonun, sosyal özelliklerle ilgili fizyolojik bağlarla birleşen, tek bir ırka ait bireylerden oluştuğunu iddia etti. Ancak birçok fizyolog, fizyolojik tanımlamaların insan farklılıkları üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını kesin kanıtlarla kanıtlamıştır. Üstelik (cins) kelimesi aslında hayvanlar için kullanılan bir terim olduğundan, bunun falanca türden bir at olduğu söylenmektedir. Bazıları, insan ırkını kafatasının kemiklerinin şekli, saç ve derinin rengi gibi bazı dış görünüşlerine göre sınıflandırmada yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü günümüzde bu özelliklerin tümüne sahip bir insan bulunmamaktadır. Bugün aynı aileye mensup bireylerin özelliklerinde bile belirgin bir farklılık görüyoruz.

2- Kan bağları: Bu teori, milliyetçiliğin kan bağlarıyla birleşmiş bireyler arasındaki bir ilişki olduğunu söyler. Savunucuları, gerçek anlamda bir halkın ya da halkın, üyelerinin kanlarında bulunan ve onları diğer insanlardan kanlarının saflığı ve dinginliğiyle ayıran özel niteliklere sahip olduğu bir kişi olduğunu iddia eder. Ancak bu ifade temelde yanlıştır, çünkü eski çağlarda bile halklar ve milletler, bu teoriyi savunanların iddia ettiği gibi değillerdi; çünkü esaret vakaları, kaçma vakaları gibi kanın birbirine karışmasına neden olan birçok olay meydana gelmişti. Suçluların yabancı ülkelere gitmesi, göç ve farklı ulusların bireyleri arasında meydana gelen ikilik. Bu teorinin geçersizliğini kanıtlayan başka gerçekler de var.

3- Vatan: Bazıları milliyetçiliğin, İsviçre ve İran halkı gibi halk olarak adlandırılan bireylerin yaşadığı ortak bir toprağın varlığıyla karakterize edildiğini iddia eder. Ancak bu iddia da yanlıştır, örneğin İsviçre’de üç halk yaşamaktadır: Almanlar, Fransızlar ve İtalyanlar, İran’da ise Persler, Türkler ve Kürtler yaşamaktadır. Bu farklı unsurları tek bir halk olarak kabul etmek ve dillerinin farklılığından dolayı onlara “halk” demek mantıklı değildir.

 Farklı insanlara ait birden fazla habitatta yaşıyorlarsa, tek bir halkın bireylerini dikkate almak son derece zordur. Daha doğrusu tek bir aileyi gruplara ayırmamız caiz ise, üyeleri belirli bir ülkede yaşadıkları için bu grupların her birini yaşadıkları ülkenin adını taşıyan bir halk olarak kabul etmek doğru değildir.

4- İslam teorisi: İnsanların İslam kelimesiyle birleşmiş bir grup birey olduğunu söyler. Aslında bu kelime halk için değil, millet için kullanılıyor. Çünkü dünyadaki Müslümanlar, var olan bir birim olarak İslam milletini oluşturmaktadır. Tek dili ve ortak medeniyeti ile öne çıkan bir topluluk millet sayılmaz, aksine milliyetçilik manasının açıkça ortaya çıktığı bir halk sayılır. Türk diyor ki, mesela ben İslam milletindenim, Türk milletine mensubum.

5- Diğerleri milliyetçiliği, her bireye kendi iradesine göre herhangi bir millete ait olma hakkını tanıyan bireyci bir öğreti olarak yorumluyor. Ufuktan gördüğü insanları, gölgesinde yaşayacaklarını, hiç kimse engellemeden seçme hakkına sahiptir. Ancak böylesine mutlak bir özgürlüğün bireyde algılanması zordur. Çünkü insan ruhu, hissettiği ve duyumsadığı şeylerde birlik, tek bir sevgi ve ortak bir arzu ile birlik olmadıkça uyumlu hale gelemez. Psikologlar günümüzde duyusal yaşamımızın köken olduğuna ve entelektüel yaşamımızın ona bağlı olduğuna, dolayısıyla bağımlı bir yaşam olduğuna inanıyorlar. Buna göre düşünce ve duyguların iyi bir uyum içinde olması gerekir. Eğer bir kişinin düşünceleri duyularına bağlı değilse, o zaman böyle bir kişi, insanlardan uzak yaşadığı sürece, kendisini hayatta perişan eden psikolojik bir hastalığa yakalanır. Böyle bir insan, düşünceleri dini esaslara bağlı olmaksızın, nefsani bir şekilde bedensel ibadetleri yapan bir gencin durumuna benzer, dolayısıyla dengesini sağlayamaz. Buna karşılık insanın mutsuzluğu, mutluluğa ve refaha dönüşür ve o zavallı insan, halkının kucağında yaşarsa mutlu olur, çünkü kendisine sempati duyan insanlar arasında büyümüş ve büyümüş, dolayısıyla onlara meyletmiştir. Diğerlerinden daha fazla. Dolayısıyla bir insanın uyruğunu değiştirmesi, yaşam tarzını değiştirmesi çok zordur. Çünkü dediğimiz gibi, halkının arasında mutlu bir şekilde geçirdiği geçmiş hayatının pişmanlığıyla yaşar ve bağlantı hastalığı denilen hastalığa yakalanır.! (Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri, s. 15-19).

Bu teorileri dikkatlice tartışıp yanıtladıktan sonra, milliyetçiliğin anlamını tanımlarken kendi bakış açısını netleştirdiğini, bundan halkın üstünlüğünün ve ilerlemesinin bir ifadesi olarak ne kastedildiğini çıkardığını görüyoruz. Ona göre halk, üyeleri milliyet, siyasi, coğrafi veya idari bir yapıyla birbirine bağlı bir grup değil, din, dil, edebiyat ve ortak ahlak bağlarıyla birleşmiş bireylerden oluşan bir gruptur. Yani o bedenin mensuplarının tek bir medeniyette birliğidir. Milliyetçi, el-Kurevi’nin dediği gibi konuşandır. Gerçek milliyetçiler dili ve dini de birleşenlerdir.

Bu büyük düşünür Ziya Gökalp; söz konusu eserinde gerçek milliyetçiliğin esaslarını dil, din, edebiyat, ahlâk, hak, iktisat, siyaset ve felsefe bağlantılarına ayırarak ortaya koymuş ve daha sonra bu temel dalları kapsamlı bir şekilde açıklamıştır. “Din Cemiyeti” bölümünde Türk’ün geçmişinden çok değerli bir dini miras aldığını, biz Türklerin de ahlak sahibi olmamız gerektiğini söyledi. İlerleme ve medeniyet adına davranışlarımızı dikkate almak. Bugün, atalarımızın mirasından halkımızın varlığını inşa edebileceğimiz büyük bir küresel şehir almak için geçmişimize dönmemiz yeterli. Aynı zamanda modern Avrupa Rönesans’ının iki payını da unutmamalıyız. İslam milletleri, çünkü günümüzde medeniyeti takip ederken geçmişlerinden uzaklaşmaları gerekir. Gökalp’in amaçladığı felsefenin özeti, Türkiye’yi adabını, ahlâkını ve atalarının mirasını ileri taşıyan, doğru İslam inançlarına ve sağlam dini esaslara bağlı, aynı zamanda büyük pay sahibi bir Türk milleti haline getirmektir. [1]


[1] Şemsettin Küzeci, Ata Terzibaşı’nın, “Ziya Gökalp’ın Milliyetçiliğe Bakışı” makalesinin Arapçadan Türkçe’ ye tercümesini yapmıştır.