Erşat Hürmüzlü
Üstat Ata Terzibaşı… Zili İki Kere Çalsanız
Altmışlı yılların sonlarına geliyorduk. Hukuk fakültesini bitireli birkaç sene olmuş, daha yirmi üç, yirmi dörtlerinde bir hukukçuydum. Ata Terzibaşı ise veriminin doruğunda bir avukattı. Terzibaşı ile tanışıklığım o sıralardan çok daha öncelere dayanırdı. O ve birkaç dostu Beşir gazetesini çıkarırken biz de liseli gençler olarak geri hizmet çalışmalarını hızlı bir şekilde yürütüyor ve kendisini de yakından tanıma fırsatını buluyorduk. Ancak şimdi Terzibaşı’nın yazıhanesine gidip ondan feyiz almak, bazı konularda onunla dertleşmek ve fikrine müracaat etmek artık bizim ayrıcalıklarımızdan biriydi.
Yoğun bir haftadan sonra Cuma sabahları bizim deyimimizle Üstat Ata’nın yazıhanesinde toplanmak ve hukuk değil, edebiyat konuşmak Kerkük’ün hoş günlerinin bir parçasıydı. Ata Terzibaşı’nın yazıhanesi Kerkük Otelinin yer aldığı alanda ve hemen hemen bütün avukatların toplandığı sıra yazıhanelerden birisindeydi. Ancak o eski binalar yıkılınca birkaç geçici mekândan sonra Mecidiye bahçesinin bir bölümü üzerine inşa edilen ve meşhur Mecidiye kahvesine komşu olan bir yazıhaneye yerleşmişti.
İşte meşhur ve doyurucu Cuma sohbetleri bu yazıhanede cereyan ediyordu. Ancak o yazıhanenin dikkatten kaçmayan bir hususu vardı. O da tam yandaki çay ocağına olan zil bağlantısıydı. Üstat Ata›ya gelen misafir grubunun adedine göre yazı masasının sol köşesine saklanan zile basardı.
Üstat. İki kişi gelmişse iki, üç kişi gelmişse üç kere basardı ve az sonra o miktarda çay gelirdi yazıhaneye.
Bu yazıhane sohbetlerinden birçok arkadaşımız feyiz almıştır. Ben de Terzibaşı’nın hem mükemmel Arapça’sını hem de araştırıcı yazarlığını bildiğim için kendisine ilk müracaatımı yaptım. O zamanlarda Irak Türkmenlerinin tarihini analitik ve milli, ancak gerçekten objektif bir şekilde ele alan bir el kitabına çok ihtiyaç vardı. Bağdat’ta yayınlanan ve siyasi okulumuz olan ‘’Kardeşlik’’ dergisinin eki olarak bir Irak Türkmen tarihi el kitabının hazırlanması görevi bana verilmişti. Bu kitapçık, bizim yaşıtlarımızın hatırlayacağı gibi Kardeşlik dergisinin bir eki olarak verilecekti. Ancak bunun için bir istisna yapılmış ve dergi iki bin nüsha olarak basılırken bu ek beş bin nüsha olarak basılmış ve o zaman Telafer, Musul, Erbil ve Kerkük havalisine dağıtılmıştı.
Kitapçığın bu şekilde olması ve görevin bana verilmesi konusunun mimarı rahmetle yâd ettiğim, Kerkük Türkmenlerinin yetiştirdiği en ciddî dava adamlarından biri olan rahmetli şehidimiz Dr. Rıza Demirci idi. Onun önerisini bir görev kabul ederek çalışmaya koyuldum ve son metin ortaya çıkınca hemen Ata Terzibaşı’ya götürdüm.
Üstattan hem metne hem de Arapçasına bakmasını rica ettim. İşte o zaman Ata Terzibaşı’dan ilk ciddî uyarıyı aldım. Referanslarda Edmonds’un Irak hakkındaki kitabına da yer vermiştim. Terzibaşı: “Çalışmanın ciddiye alınmasını istiyorsan, sırf referanslar ve kaynakları çoğaltmak için her önüne geleni kullanmaktan kaçınmalısın. Bilimsel ağırlığı olmayan böyle bir kitabı da kaynak olarak göstermen senin çalışman hakkında da soru işaretleri getirebilir.” Edmonds’un kitabını metinden çıkardım ve o günden sonra her çalışmada bu teraziyi kullandım. Her okuduğum kitapta ve kaynakta bulduğum bir bilgiyi bir tarafa not ettimse de esas gayeme hizmet etmeyen hiçbir alıntıyı kullanmamaya özen gösterdim.
Bu dersin bende ettiği yer çok büyüktü ve hala bana soran genç arkadaşlarıma kaynağını da göstererek bu vecizeyi iletir ve her çalışmada bilimsel ölçüleri kullanmaları zaruretinin üzerinde dururum. Bu uyarıdan çıkardığım ikinci bir müktesebat da sırf kaynaklardan ardı ardına sıralama yaparak kitap yazılmayacağı gerçeği idi. Her ne konuda olursa olsun yazılacak kitabın bir misyonu olmalıydı. Sırf tespit olarak derlenen konular da yine analitik bir şekilde irdelenmeli ve maksada varılmalıydı. İşte Terzibaşı’nın istisnasız bütün kitaplarında da bunu görürsünüz.
Altmışların sonunda daha ciddi bir proje üzerinde çalışmaya başlamıştık. Tanınmış tarihçi Yılmaz Öztuna›nın Türkiye Tarihi kitabı daha birkaç senedir çıkmış ve ciltler halinde tamamlanmaya yüz çevirmişti. Bizim dikkatimizi ilk iki cilt çekiyordu. Orada Genel Türk tarihi işleniyor ve Osmanlıda bitiyordu. Irak Türkmenlerine rahat okuyabilecekleri ve çalışmalarında kullanabilecekleri bir Arapça tercüme maksadı çözecekti.
1968 yılında İstanbul’a gelip sayın Öztuna ile görüşme yollarını aradım. İlk müracaatım çok saygı duyduğum ve sayın Öztuna›nın kıramayacağını bildiğim rahmetli hocamız Nihal Atsız’a oldu. Rahmetli Atsız Hoca fikri çok beğendi ve teşvik etti. Hemen oracıkta bir kartvizitinin ardına beni tanıtıcı birkaç cümle yazarak sayın Öztuna›ya gönderdi. Beklediğimiz gibi yazar da bize memnuniyetle izin verdiğini ifade ederek konuyu onayladı.
Kerkük’e dönünce tercüme işine var gücümle koyuldum. O genç yaşımda böyle bir sorumluluğun altına girmenin ne kadar büyük bir yük getirdiğini anlamaya başlamıştım. Tercüme işi bitince müsveddeleri yine bir Cuma sohbetinde izin aldığım Ata Terzibaşı’ya götürdüm. O hem konuyu lisan ve içerik bakımından bakıp redakte edecek, hem de sanırım büyük tarihçi Hüseyin Hurşit Dakuklu’ya gösterecekti. Redakte edilen kitabı alınca Ata Terzibaşı’nın usta kaleminden çıkan düzeltmelerle bitmemişti olay. Onun yanında hayatım boyunca unutamayacağım bazı dersler de almış bulunuyordum.
Redaksiyonda eğitici notlar ve takip edilmesi gereken hususlar vardı. Bütün bunları dikkate aldım. Ancak Üstadın bir düzeltmesi vardı ki benim müstakbel çalışmalarım konusunda bana ışık tutmuştu. Karahanlılar zamanında yazılan “Kutadgu Bilik” konusunda Yılmaz Öztuna›dan tercüme ederken bir hataya düşmüş ve eserin Aruzun “Fa’ulun fa’ulun fa’ulun fail’’ vezniyle yazıldığını kaleme almıştım. Bu husus Ata Terzibaşı’nın dikkatinden kaçmamış ve veznin “Fa’ulun fa’ulun fa’ulun fa’ul’’ olduğunu işaretlemişti. O günden sonra alıntı yaptığım bir cümleyi veya ismi, mutlaka orijinal haliyle bizzat görerek ve sağlamasını yaparak alma alışkanlığını kazandım. Sanırım bu sayın Ata Terzibaşı’dan öğrendiğim en ciddi derslerden biriydi.
Terzibaşı biliyordu ki kendisinin de emek verdiği ve Türkmen gençlere ışık tutması tasarlanan bu eserin baskısı, arkamda bütün belge ve evraklarımı bırakarak Kerkük’ü terk etmek zorunda kaldığım için yapılamamıştı. 2003 yılında yirmi üç yıllık hasretten sonra Kerkük’e dönünce bu gibi çalışmaların önemini bilen sevgili bir dostumun sayesinde bu terk edilmiş evraka kavuşmuş ve yirmi beş yıl sonra tekrar Yılmaz Öztuna›ya müracaat zamanı gelmişti. Kitap basılamamış, arkadaşlarım ondan faydalanmamıştı, ancak ben hayatımın en zengin derslerini almakla minnettardım. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Ata Terzibaşı bir ekoldür. Yirminci asrın yarılarında Türkmen fikir ve edebiyat hareketi bir nevi Rönesans yaşamaya başlamıştı. Yeni akımlara kapılan şiir ve düz yazı yazarlarımız gün geçtikçe çoğalıyor ve bilimsel çalışmalar da hız kazanıyordu. İşte tam bu sırada medeniyetin ve edebiyatın ciddi doruklarına ulaşan Terzibaşı, tekamülün sadece medeniyetle değil, onun yanında milli kültür ve harsla perçinleşmesi gerektiğini görmüş, ilklerde sayılan folklor çalışmalarını başlatmıştı.
Ata Terzibaşı sayesinde, Kerkük Hoyratları, dost meclislerinde ve gece yarısı ev dönüşlerinde terennüm edilen dörtlükler halinde kalmayıp belgelenmiş, kendisinden önce yayınlanan eserlerin tüm açıklarını kapatacak şekilde bir bilimsellik kazanmıştı.
Ata Terzibaşı’nın “Kerkük Hoyratları”, “Kerkük Şairleri”, “Kerkük Havaları” ve nice eseri yeni bir çığır açmış ve bugün birçok yazarımıza folklor ve milli harsla uğraşma yolunu göstermiş ve özendirmiştir. Bu önderliği ve rehberliği, tarihi bir misyonu çok başarıyla yaptığının bir göstergesiydi. Kerkük’ün o güzel günleri şimdi gözümün önünde canlanıyor ve Mecidiye bahçesinden koparılmış yazıhanenin müritlerini bir bir hayal gözüyle görmüş oluyorum. Her zaman feyiz ve ilham alacağımız Ata Terzibaşı’ya gidiyorum. Üstat, dudaklarındaki vakur tebessümle masanın sol tarafındaki zile iki defa basıyor. Yine onunla olacak, yine Kerkük’ü konuşacağız.