Mehmet Ömer Kazancı
Ne Kadar Kibardın Hocam
Birkaç günden beridir bir teklif üzerine Türkmen edebiyatı ile ilgili bir kitap hazırlamakla meşgulüm. Böyle bir kitap yazmak için işe koyulmadan önce kaynakları taramam, bilgi toplamam, önemli notları saptamam gerekir diye düşünürken, doğal olarak aklıma ilk olarak rahmetli hocamız Ata Terzibaşı’nın Kerkük Şairleri adlı kitapları gelmiş oldu. Elime aldım, kimi yerlerini fazlaca üzerinde durmadan atladım, kimisini ise ilgiyle evirdim çevirdim, inceleyerek okudum. Tabii ki bu kitapları ilk okuyuşum değildir. Altmışlı yıllardan dizi halinde çıkarılmaya başlarken, her edebiyat sever gibi özel nüshamı kaçırmadan alır, gecikmeden eve götürür ve okurdum. Hatta bir ara yatağımın başında tuttuğum tek kitaplar, Kerkük Şairleri kitaplarıydı. Uykuya dalıncaya kadar göz geçirirdim.
O tarihlerde, her yıl, bir veya iki cilt olmak üzere dizi halinde yayımlanmaktaydı. 13. cildinde durdu. 2013 yılında Kerkük Vakfı’nın göstermiş olduğu olağan üstü bir çaba ile Latin harflerine aktarılarak dört kitapta birleştirildi. Yeniden Türkiye’de basıldı. Bu son baskısında kimi eklentilerin olduğunu nedense bilmiyordum. Rahmetli Hocamız, nerede, şu veya bu şair hakkında yeni bir bilgi yakalamışsa, kitabın Latince baskısına eklemeyi ihmal etmemiştir. Kitap bu bakımdan tam anlamıyla gözden geçirilmiş, genişletilmiş baskı şeklini almıştır. Buna kaç okur, kaç araştırıcı dikkat etmiştir, bilmiyorum.
Benim şahsen yalnız ve yalnız son günlerde dikkatimi çekti. Ancak, bu bir rastlantı sonucu oldu. Evet hocamızın her yerde övgüyle anabileceğimiz bu eserinin Mahmut Nedim hakkında yazmış olduğu sayfalarda ansızın adıma işaret ederek, bana teşekkür etmiş olduğunu gördüm. Oradan dikkatimi çekmeye başladı. Pekiyi Hocamız ne için teşekkür etmiştir? İnanmazsınız belki:
“Bu eserin – Mahmut Nedim’in Mübarezeyi Aşk eserinin- Osmanlı imlasıyla tıpkı basımını ve Latin harfleriyle tam çeviri metnini Dr. Mehmet Ömer Kazancı, güzel bir değerlendirme ile bir kitap halinde hazırlamış, kitap 2009’da İstanbul’da Kerkük Vakfınca yayımlanmıştır. Kitabı ben acizlerine sunmalarına müteşekkirim” (Kerkük Şairleri, 2. Kitap, s. 341) Okudum, bir yandan ayaklarım yer tutmadı. Kendimi bulutlar arasında hissettim.
Kitap için yazdığım önsözün üstat tarafından “güzel bir değerlendirme” olarak nitelendirilmesi, göğsümü gururla kabartıyordu. O an, sevincime diyecek yoktu. Öte yandan insan bu kadar mı mütevazı olur diye düşünmeden edemedim. Çünkü Mübarezeyi Aşk kitabını hocamızın teşvikiyle edebiyat dünyasına tekrardan sunmuştum. Onun emeği bu işte büyüktü. Dolayısıyla kitabı kendisine ithaf etmem, bana göre, bir vefa borcu olarak çok doğal bir tutumdu. Ancak hocamız bunu, büyük bir takdir ile karşılamış, teşekkür etmeden geçmek istememiştir.
Kerkük Şairleri kitaplarının 1. Bölümünü çevirirken, daha tuhaf, daha şaşırtıcı bir paragraf ile karşılaştım. Hocamızın, Abdullah Safi hakkında yararlandığı kaynaklardan söz ederken şunları kayda almıştır:
“Son zamanlarda değerli dostum Prof. Dr. Mehmet Ömer Kazancı, şairin – Safi’nin – kendi hattıyla yazılı divanını Asâr ve Türas Genel Heyeti, Mahtutât Ulusal Genel Merkezinde görüp, bunun bir nüshasını usulî yoldan bana bağışlamak lütfunda bulunmuştur. Kazancının bu jesti beni memnun etmiş, kendisine derin şükranlarımı sunarım” (Kerkük Şairleri, 1. Kitap 1, s 197).
Hocamızın “değerli bir dostu” olduğumu buradan öğrenince, gözlerim yaşardı desem inanamazsınız belki. Hocam ne kadar kibardınız. Ömür farkına, konum farkına bakmadan bendenizi dost saymanızdan dolayı onur duyduğum kadar utanıyorum. Sizin gölgeniz kadar olamam. Size oranla, bir karaltı, bir notayım ben. Bu şerefi vermenizden dolayı, ellerinizden öpüyorum. Birkaç gün sonra, hocamızın Erbil Şairleri kitabını elime aldım. Yeni bir şok. Nesrin Erbil için yazmış olduğum bir şiirime işaret ederek «Kerküklü edip ve şair Mehmet Ömer Kazancı ise, Kardeşlik dergisinde yayımladığı “Sen Ozanıydın Bu Şehrin” unvanlı serbest şiirini şu güzel mısralarla başlatmaktadır:
“Sen olmasaydın
Kimsenin haberi olmazdı bu şehirden
Sen ozanıydın bu şehrin
Nesrin Erbil
Yani gülüydün bu şehrin
Yani diliydin bu şehrin
Kapına dayanırdı her bahar mevsimi
Kuşlar, serçeler, kelebekler…” (s. 218)
Şok nerede? Hocamızın beni “edip ve şair” saymasında. Bu birinci şok, Hocamızın bu mısraları “güzel mısralar” olarak değerlendirmesinde. Bu ikinci şok. Bu değerlendirmeler bir Nobel ödülü kadar kıymetli benim için. Okuduğum günden rozet halinde yakamda taşıyor gibi bir duygu yaşıyorum.
Ne kadar kibardın hocam. Herkesin, büyük küçük demeden, eserini okur, yazdığını izlerdin. Herkesi çalışmaya, hizmet vermeye cesaretlendirir, yüreklendirirdin. Çalışırken Mecidiye Gazinosu yakınlarında bulunan avukatlık ofisin, daha sonra emekliye ayrılırken evin, herkese açıktı. Güler yüzle karşılar, canla sonuna kadar dinler, sonra konuşurdun. Hem de alçak bir sesle, kimseyi incitmemek için. Gerekirse öğüt verir, gerekirse yol gösterir, yönlendirir, gerekirse dinlemekle yetinirdi. Ne kadar kibardın hocam. Dedikodu nedir bilmezdin. Kimseyi karaladığını hatırlamıyorum. Sordum, kimse de hatırlamıyor. Sana armağan edilen kitapları, kimi ziyaretlerimde gösterir, okudun mu diye sorardın. Ağzımdan okudum, beğenmedim diye bir laf çıkacağını sezince: “çayhanede oturup zar atmaktan çok iyidir” derdin hemen. Ne kadar kibardın hocam. Övünmekten hoşlanmazdın. Nefret duyardın bile, iğrenirdin bile. Övenlere, münafık gözüyle bakardın. Dergi ve gazetelerde yayımladığın yazılarına karşı, bir gün bir mükâfat aldığını duymadın. Hatta hiddetle, şiddetle reddettiğini biliyorum.
Ne kadar kibardın hocam. Çalışmalarına karşı, teşekkür beklemedin kimseden. “Görevimdir” dedin hep, “milletime karşı”. Şöhret peşinde koşmadın. Hiçbir meydana bu amaçla dalmadın. Basından, kameralardan uzak kaldın. Bir gün olsun bile üstünlük postuna sarılarak bir sahneye çıkmadın. Böbürlenerek ben “Ata’nızım” demedin. Oysa atamızdın da başımızın tacıydın da. Günlerini evinde, yazı masanın üzerinde, kitaplarının arasında geçirmekle değerlendirdin. Elektrik olmadığı günler, lamba ışığı altında, elektrik varsa bilgisayarının önünde. Bilgisayar kullanımını çok erken, hem de hızlı bir şekilde öğrendin, ancak kalemden istiğna etmeden. Okuduğun kitaplar hakkında bir notun olduğu zaman, sayfalarına “derkenar” etmekte kullandın.
Ne kadar kibardın hocam. Çalışmalarından, adına işaret etmeden alıntı yapanlara kızmadın. Uyarmakla, bu konuda tutulması gereken temel kuralları hatırlatmakla yetindin. Sana onursal doktora verenlere, “kabul ettim, ancak ben bu lakabı ömrümde hiçbir zaman kullanmayacağım” dedin ve kullanmadın. Kerkük’ü ilgilendiren her şeyi yazmaya çalıştın. Edebiyat, kültür, tarih ve sanatla ilgili her şeyi. 1946 yılında Cihat gazetesinde çıkan Kerkük Köprüsü adlı bir yazıyla yayın dünyasına girdin. O tarihte 22 yaşındaydın. O gün bugün. Ömrünün sonuna kadar kalemini elinden düşürmedin. Yazdığın ürünlerinin sayısını net olarak saptayamamışızdır bugüne kadar.
Her geçen gün yeni bir yazını, yeni bir çalışmanı keşfediyoruz. Çalışmaların, hiçbir araştırıcı tarafından göz ardı edilmesi mümkün olmayan kaynaklar olarak kullanılıyor bugün. Dehalık bu işte. Orijinallik bu işte, daha önceden işlenmemiş konuları bütün incelikleriyle işlemek, ele almak. Bütün bunları misafir odanda “HİÇ” yazılı bir tablo vardı, hep ona bakarak yaptın.
Ne kadar kibardın hocam, bir insan olarak, bir fikir adamı olarak, bir yazar olarak ne kadar kibardın. İnandığın ilkelerinden ömrünün sonuna kadar taviz vermedin. Ahlakınla, karakterinle ne kadar kibardın hocam. Seni unutamayız, unutmayacağız. Nur içinde yat hocam…