Fuzulî ile Kanunî’nin Muhaveresi

32

Sultan Süleyman Kanunî, geniş fütuhatı yanında divan edebiyatı tarzıyla yazdığı çokça şiirleriyle de tanınmıştır. Hicrî 941 yılında Bağdat’ı aldıkça Fuzulî: “Geldi burc- evliyaya padişah-ı namdar” tarihli mısra’ı içeren kasidesini yazmıştır. Bunu, Sultanla yüz yüze gelerek onun huzurunda söylediğini bilmiyoruz! Ama ne var ki başka bir olay dolayısıyla aralarında yazışma yoluyla müşâara denilebilen küçük fakat önemli bir muhaverenin geçtiğini yerli yazma şiir mecmualarından öğreniyoruz. Bu manzum muhaverenin mazmununu ve dayandığı hikâyeyi halkımızın pek bilemediğini düşünerek, Şehribanlı Abdülkadir Hatibinin “tezkiret- üş şuara’sında” uzun uzadıya koyu ve tumturaklı bir Osmanlı Türkçesiyle anlatılan metninin özetini burada sunmayı yararlı bulmaktayız. Şehribanlı bu muhaverenin Süleyman Kanunî ile değil de Sultan Selim ile Fuzulî arasında geçtiğini söyleyerek şöylece anlatmaktadır:

Sultan Selim soğuk bir kış mevsiminde bir seher vakti uykudan uyandıktan yanı başında bir tas içinde duran suyun donmuş olduğunu görerek şu mısrayla müterennim[1] olur:

“Sim-den bir kale gördüm haps/olupdur anda ab”

Anlamı: “gümüşten yapılmış bir kalenin içerisinde akar suyun hapsedildiğini gördüm” olan bu mısranın, başka bir mısralarla tamamlanmasını saray şairlerinden ister. Anlarsa konuyu bilmediklerinden yazdıkları ek mısralar Sultan’ı tatmin etmemiştir.

Bunun üzerine söz konusu mısrayı tamamlamak için âlemşümul bir şöhrete sahip olan Fuzulî’ye bir bostancı ile gönderirler. Adam Bağdat’a gelip Fuzulî’yi sordukça, tanımadığı bir şahsı kendisine gösterirler. Fuzulî ise özünü o baştan getirerek “tanımanam… bilmenenm… seylemenem…” yollu sözlerle adamı başından savar! Ancak adam, şairi izlemeye başlar… Kerbela’ya gittiğini söylemeleri üzerine o tarafa doğru yola düşer…

Kabına sığmayan şair tekrar Bağdat’a döndüğünden adam da peşini bırakmayarak, nihayet tam evsaf ve eşkâlini öğrenip kendisini bulur. Daha önce görüştüğü şahıs olduğunu anlar. Fuzulî kendisine aynı sözleri tekrarlaması üzerine adam bu kez Sultanını emrini tebliğ eder. O zaman Fuzulî, anlamı “güneş doğduğunda o gümüş kaleyi altın touyla feth eyler” olan:

Çıksa zerrin top ile feth eyler anı âfitâb mısraıyla Sultanın mısraını tamamlar.

Bunun her bakımdan olaya intibak ettiğini gören Sultan, Fuzulî’nin ABKARİ bir şair olduğunu anlar. Kendisine büyük inam ve ihsanda bulunur…

“Tezkiret-üş şuara da devam eden rivayeti burada noktalarken buna benzer başka bir muhavere olayına değinmek istiyoruz:

Hicrî 1302 tarihli yazma bir şiir mecmuasında kaydedildiğine göre bu ikinci manzum muhavere birer mısrayla, Sultan Murat ve Türk şairi Aynî arasında geçmiştir. Muhaverenin olayını ise Kerküklü divan şairi rahmetli Mehmet Sadık Efendi’den duymuşumdur. O da kendi hocasından duymuş olsa gerektir. Unutulmamak için buraya almayı yerinde görüyorum.

Rivayete göre Sultan Murat bir gün cariyesi Mehpâre’yi, el ayası ve beş parmağıyla çene ve yüzünü avuçladığını gördükçe şu mısrayla müterennim olur:

“Çü zâhir oldu gördüm beş hilal üstünde bir Hurşit.”

Bunu sonradan şair Aynî şu mısrayla tamamlar:

“Sanasın pençe-i sîmîne[2] bir Mehpâre yaslanmış.”

Bu mısraları bir beyit hâlinde “nevadir-ül[3] asâr[4] kitabında (s. 58) yayımlayan Recai Zade Mustafa, birinci mısraın sonundaki –güneş anlamına gelen – (Hurşit) sözüyle (bir) sözünü baskıdan düşürerek şu biçimde şair Emrî’ye isnat etmiştir:

Dırahşan[5] oldu gördüm beş hilal üstünde (??)

Meğer kim pençe-i sîmîne ol mehpâre yaslanmış

Kaldı ki “ay parçası” anlamına gelen (mehpâre)nin bir kelime ya da Sultanın cariyesinin adı olduğunu pek bilemiyoruz. Bunu tarih kitaplarında araştırmaya vakit bulamadık.

Esasen yerli yazma şiir mecmualarında gördüğümüz bütün bu mısraların gerçeğe ve yahut menkıbevi hikâye yeri dayadığı kesinlikle belli değildir. Ama ne var ki edebiyat alanına da yansıyan bu uygun ve tatlı fıkralar, hakikate yakın bir görünüştedir… yoksa bir filan cömerdin sözde hikâyelere dayanarak tutarsız hoyratlar konusunda yaptığı uydurmalar kabilinden tatsız ve tuzsuz fıkralar değildir!

Çıkıntı: Bu yazıda adları geçen Sultanların her üçü de görkemli şairlerdi. Selim şiirlerinde (Selimî), Süleyman (Muhibbî) ve Murat da (Muradî) mahlasını kullanırdı.

Türkmeneli gazetesi, Kerkük

Sayı, 818, 20 Haziran 2006


[1] Güzel sesle şarkı söyleyen.

[2] Sîmîn; gümüşten, gümüş gibi beyaz.

[3] Nevâdir; Nadirler, az olanlar.

[4] Eserler.

[5] Parlak, parlayan.